22 Ağustos 2012 Çarşamba


“Bir çalışma masasına ihtiyacım” var dedi.
O esnada ben, “çok severim savaş filmlerini” diyerek özellikle açtırdığı soykırım temalı bol nazili bir filminin travmatik sahneleriyle cebelleşiyordum. 
“Bu da nerden çıktı şimdi?” diye düşünmedim, “ne yapacaksın çalışma masasını” gibi bir soru da geçmedi aklımdan veya “masayı nereye koyacaksın?” gibi… sadece tepkisizce başımı ona çevirdim. “Evet dinliyorum” der gibi ya da “tövbe tövbe” der gibi de bakmış olabilirim, bu iki ifadem sıklıkla karışıyor.
Filmin bir sahnesini bile seyretmediğinden adım gibi emindim;  bu kasvetli boktan filmin tamamını bana seyrettirmişti. Savaş filmlerine bayıldığı düpedüz yalandı.  O bu esnada evdeki sessiz soluksuz dinginlikten faydalanıp çölde seyreden bir otobüse binmiş; otobüsün en arka koltuğuna oturmuş; başını cama yaslamış; kafasındaki her ne ise, onu kurmaya dalmıştı.  Şimdi de o sahneyi yaşıyorduk işte:  yolculuğunu bir anda bitirmeye karar vermiş; acil fren mandalını çekmişti.  Hani filmlerde olur ya, kadının sevgilisi arabasıyla ya da atıyla otobüse yetişir. Kadın ayağa kalkar, ona buna çarparak ilerler ve kendini otobüsün dışında buluverir… İşte ben hep o frenle irkilen otobüs şoförüyüm.   

“ paşa dedemden kalmış gibi görünsün istiyorum. Eskicilere bakacağım yarın sen de gelir misin benimle?”
“olur.”
“sabah  9’da kaldırırım seni hadi iyi geceler yattım ben.”
“olur.”
Annesi ve babası gözlerinin önünde öldürülürken açık kapıdan ardına bakmadan koşan kısa pantolonlu bir oğlan, belki beş belki altı yaşında; küçük kız kardeşini ölüme terk ettiği için tüm yaşamını vicdan azabıyla geçiriyor. Üstüste atılmış çıplak bedenler, fırlamış kemikler, yapış yapış yağlı saçlı kadınlar, bol bol kurşuna dizilişler, gece toprak yolda ilerleyen jip, üniformalar,  travmalı çocuk suratları… Tüm duygularımı sömüren ve henüz son sahnesi bile gelmemiş olan bu filmle beni baş başa bırakıp mışıl mışıl uyumaya gitti sonra da.
Televizyonu kapattım. Balkonda bir sigara içtim. Onun da yarısında söndürdüm. Gece sigara içmekten artık hoşlanmıyorum.  Hatta kendimi rahatsız hissettiğimi bile söyleyebilirim. Uykunun kalitesini bozuyormuş; uykunun çok mühim olduğunu söyleyip duruyor. Uyku ritüelleri var.
Uyku ritüelleri hah!
Şimdi böyle söyleyince pek komik geldi.  
O gelmeden önce bu balkon demirlerini söktürmek istiyordum, bu balkona her çıkışımda bu balkon demirlerine hiç ihtiyacım yok diye düşünüyordum. Ne acı değil mi? Bunca yıldır burada oturuyorum. Bu beşinci katta. Bir kere bir gece eve sarhoş gelip; kendimi balkona atıp, balkon demirlerine tutunup aşağıya kusmadım. Bir defasında sevgilim olacak adamın biriyle şiddetli bir kavgaya tutuşmuş birbirimize bağırmaya başlamıştık. Balkon kapısının önüne kadar gelmiş, durup dururken kapıyı kapatmıştım.  Bağırış çağırışlarımız dışarıdan duyulmasın diye yapmış olabilirim. Bir süre daha bağırıp, lanet olsunlarla kapıyı vurup gitmişti. O gün dahi balkona çıkıp, demirlere tutunup arkasından bağırmadım.  Hayatım boyunca beni tutacak balkon demirlerine ihtiyacım olmadı, olmayacak. Şimdi ise söktüremem.  Bütün yazı balkona sandalye çekip, balkon demirlerine bacaklarını uzatarak geçirdi.
 Uyku ritüelleri…
Çalışma masası…
…………………………………… 


Dakik.
Saat 9’da kaldırdı beni.  Girdiğimiz 4.cü dükkanda son derece kötü durumda, eski püskü, bir bacağı haşat, iki küçük,  bir büyük çekmecesi olan, ve çekmecelerinin kulpları düşmüş, berbat kokan bir mektup masası buldu. 150 liraya bırakabileceğini söyledi adam. “Muhtemelen bunu alacağız ama biraz daha dolaşmak istiyorum” dedi. Dükkandan çıktık.  Orada bir şey demedim ama çıkınca, “çalışma masası demiştin, bu biraz küçük değil mi?” dedim. “Hayır tam istediğim gibi, mektup yazmak için, mektup yazacağım.” dedi. “Mektup mu?” dedim. “hıhı…” başını salladı bir sonraki dükkana girdi daha ötesini soramadım. Bir sürü dükkana girip çıktık, bir sürü masa gördük, hiç birine alıcı gözüyle bakmadı.  Biraz yorulmuştum belli etmesem de, “hadi gidip o masayı alalım” dedim. “Yoruldun mu?” dedi. “Hayır” dedim.  Neden hayır dedim, neden içimden geçeni söyleyemiyorum… en az 10 dükkana daha girdik. Bazı dükkanlara ikinci defa girdik, hayır masa için değil, o berbat masadan başkasını almayacağımız kesindi. İlgisini çeken başka şeyler için, yüzük, lamba, eski bir dergi saçma sapan…sonunda gidip masayı aldık.  Tasarımcısı içinde yaşıyor. Masanın yarısını yemek suretiyle oldukça muntazam minik delikler açmış olan tasarımcı tahta kurusu bedavaya geldi.
Vernik gerekiyormuş, iki gün uğraştı, yeni kulplar almış, İngiliz tarzı çiçekli… biraz mutfak dolaplarına yakışır cinsten gibi gelmişti ilk bakışta ama ne yalan söyleyeyim fena durmadı takılınca. Salona hava verdi, hatta salondaki ilk göze çarpan eşya haline geldi, şimdi onun yüzünden salonda sırıtan eşyalarım var. 
Mektup yazacakmış. 

2 yorum: