18 Kasım 2012 Pazar


Günler kısalıyor ve artık buna eskisi kadar sevinmiyorum. 
Bundan bir ay önce benim gibi biri için şehirde yapılacak çok şey olduğunu söylemişti.  Bir sabah holden gelen seslere uyandım. Anahtar şıngırtısı, holdeki dolabın kapağının açılıp kapanması gibi bir takım çıtırtılar...  Daha henüz çok erkendi hava yeni aydınlanıyordu. saati bulmaya çalışırken yastığımın kenarında duran kitabı farkettim. Benim değildi. “alla- allahh!” diyip, elime aldım. Holden gelen çıtırtılar devam ediyordu. Kitabın ortalarına doğru bir sayfa katlanmıştı, ve bir de kalem vardı arasında. Açtım, bir kaç satır işaretlenmişti.  “Her kişi peşinden gidilecek bir tekerlektir…” diye başlıyordu cümle.  Bu onun işiydi ama ne olduğunu da tam anlayamamıştım. Seslendim. Cevap gelmedi, yataktan kalktım bir kez daha seslendim.  Kapının kapandığını duyunca pencereye doğru yürüdüm. Biraz sonra apartman kapısından dışarı çıktığını gördüm. Karşı kaldırıma geçip beklemeye başladı. Pek acelesi varmış gibi görünmüyordu.  Ben de pencereden onu izliyordum. Geçenlerde alışverişe çıktığımızda aldığı siyah kadife elbiseyi giymiş, boynuna da siyah fularını dolamıştı. Saçlarını tepeden toplamış, topuz yapmıştı. Kolundaki  kırmızı çantası ve kulağındaki halka küpeleriyle hepburn’le sedgwick arasında gidip gelen ruh hali kendini ele veriyordu. Orada duruyordu.  Garip bir durumdu elbette ama bu tip durumlarda özellikle de uyku mahmurluğuyla bir şeyi algılamaya çalışıyorsanız dünya yavaşlar sanki, zaman sizinle uğraşmaz, kalemi değilsinizdir çünkü.  Hiç bir şey olmuyordu. O orada durmuş bekliyordu, ben de pencerede saf saf onu izliyordum. Perdenin üzerindeki lekeye gözüm takıldı, biraz daha yakından bakarak ne lekesi olduğunu anlamaya çalıştım, anlayamadım kahve lekesine benziyordu ama kahve lekesinin orada ne işi vardı. Çantasından dergi mi, gazete eki mi nedir belli olmayan bir şey çıkarıp okumaya dalmıştı. Birini mi bekliyordu anlayamamıştım. Banyoya girip yüzümü yıkamayı akıl ettim.  Bu arada kitapta okuduğum cümleye aklım takıldı. Neydi?  “kişi tekerlekti…” mi diyordu? derken; apar topar musluğu kapattım ve pencereye koştum. Orada duruyordu hala. Camı açtım. “Hey!” Diye bağırdım. Duymadı. O sırada bir araba geçiyordu. Geçtikten sonra bir kez daha bağırdım, duymaması mümkün değildi ama duymuyordu işte. “Bekle beni iniyorum hemen!” diye bir kez daha bağırdım ve odaya giyinmeye koştum. Alelacele üşütme birşeyler geçirdim ve evden çıktım. Merdivenleri inip apartman kapısını açtığımda artık karşı kaldırımda durmadığını fark ettim. Köşeye kadar koştum.   Biraz daha yürüyünce çarşıya inen yola dönen köşede gördüm onu. Koştum ama yetişemiyordum. Bir iki kere seslendim ama artık sokakta tek tük insanlar vardı ve o kadar da bağıramıyordum. Bir yerden sonra seslenmekten vaz geçtim, takip etmeye başladım. Dükkan açan çırağın biri tuhaf tuhaf bana bakınca giyinirken ne kadar acele ettiğim aklıma geldi ve giyim kuşamımla ilgili hafif bir güvensizlik yaşadım. Bu biraz hızımı kesti. Sonra üstümde tuhaf bişey olmadığına kanaat getirip yeniden hızlandım, olsa olsa fazla sıradandı üstüm başım. Barboros Meydanından içeriye saptı onu, Kadıköy iskelesine doğru takip ettim. Vapur son yolcularını alıyordu. Yetiştim, ama onu kaybetmiştim.  Vapura biner binmez merdivenlere yöneldim, tam yarısında arkamdan “hişt!” diye bir ses geldi. Döndüm, orada duruyordu, zincirlerin yanında... “yukarda yer kalmamıştır hem soğuktur şimdi, hasta oluruz gel burada duralım” dedi.  “off naapıyosun ya sana yetişeceğm diye helak oldum yollarda, hayrola nereye gidiyoruz?” dedim.  “Ben haydarpaşaya gara gidiyorum sen nereye gidiyorsun?” dedi. “dalga mı geçiyorsun?” dedim. “yoo!” dedi ama kıkırdıyordu bir yandan da. Sol bölmede oturacak yer bulduk. cam kenarları doluydu. ortalarda bir yere iliştik. Çay söyledik. Hiç de adetim değildir çay içmek vapurda, vapura da öyle çok sık binmiyorum hem. Karşı tarafla pek işim olmaz, en son geçen yaz bi’ arkadaşlar gelmişti hollanda’dan onlarla geçmiştim kadıköy’e. illa rıhtımın arka tarafındaki pasajları sahafları filan gezicez demişlerdi.  Onlar da çay söylemişlerdi de ben içmemiştim hatırlıyorum. Neyse bu kez içtim işte, epey de koyu bir çaydı.  Karşımızdaki kız da çay içti, tam 4 tane de şeker attı küçücük bardağa. Bir anlam veremedim.   

Yazmalıyım değil mi sevgili okuyucular, yazmalıyım evet.

Cümlenin gerisi de şöyleydi bu arada:
“…peşinden gidilecek bir tekerlektir.; çocukken tekerleğe yön verdiğim sopa gibi, davranışlarım, konuştuğum dil, ve varlığımla, içlerinden birini, gitmesini istediğim yana yöneltebilirim."

17 Ekim 2012 Çarşamba



Zaten dönemezdi. Bu öyle bir şey değildi.
Evet artık ve asla dönemezdi.
Ezel ve ebedi kapsayan bir zaman algısı içinde düşünülmeliydi asla hep. Başka türlüsü mümkün değildir çünkü.  Kendini, sahiden gizlemek bir şaşırtmaca değildir belki kimbilir?
Zaman algısını yitirmek de değildi niyeti; aksine kendine paralel bir zaman algısı yaratmaktı. Kendisine  ve kendisine ait olana… Böyle yaşayabileceğini fark etmişti.
Bir yolunu bulmuş muydu?
Gece saat 12 civarı olmalıydı. Havaalanından eve döndüğümüzden beri dişe dokunacak bir şey anlatmamıştı; evin heryerini satılık bir ev arayan ciddi alıcı gibi gezmiş; en ince detayına kadar çıplak gözleriyle fotoğraflamıştı.  Eşyalar ve eve özgü ufak detaylarla ilgili bir sürü soru sormuştu.
Masanın üstünde duran süs mumunun ortasındaki sadece bir defa, ve sadece bir iki dakikalığına yakılmış ve hemen üflenmesine rağmen yine de oluşmuş o küçücük erimeyi görüp; “elektrikler pek sık kesilmiyor buralarda galiba” diye bir soru atıp ortaya, benden mumun hikayesini anlatmamı istemişti. Ona göre, onun dikkatini çektiyse, bu mumun, mutlaka bir hikayesi olmalıydı. Sıva çatlağının, portakal sıkacağının, pikabın, parkedeki lekenin, balkon demirlerinin…
Ve o hikaye sağlam bir hikaye olmalıydı, başka bir seçeneğiniz yoktu. O, o hikayeyi duyana kadar sizi sorularla yönlendirecek sonunda duymak istediği hikayeyi size anlattıracaktı.  
Buzdolabının üstünde kalmış olan televizyon kumandasını görüp “bu kumanda genelde burada mı duruyor” diye başlıyordu. “hayır canım unutmuşum orda.iyi gördün tv seyretmek istesek arayıp duracaktık şimdi bi saat” diye cevap veriyordum. “en son ne zaman tv seyrettin” diye bir soru geliyor. “bilmem tatile çıkmadan bir gece önce filandı galiba” diyordum. Ardından bir soru daha: “film mi seyretmiştin en son?”, bir tane daha “Uyumaya gitmeden önce mutlaka mutfağa uğrayan bir insan mısın?” ve bir tane daha: “çayın altını kapatmaya mı girmiştin mutfağa?,  sonra telefon mu çaldı?”
-          Evet aynen.  Ben de gayriihtiyari buzdolabının üstüne bırakmışım demek ki, telefona bakmak için.
-          Beklemediğin bir telefon muydu? Yoksa geceleri pek aranmaz mısın?
-          Genel olarak telefonla konuşmaktan çok hoşlanmayan biriyim; evet ayrıca geceleri telefonumun pek sık çaldığı söylenemez.
-          Peki öyleyse kimdi arayan?
-          Yanlış numaraydı.
-          Bak bu da güzel hikaye olurmuş ama hayır asıl hikaye bu değil.  Filmden bahset, hangi filmi seyrediyordun?
Ve böyle devam ediyordu hikayeler, hikayeler…. yorulmuştum en son sorduğu sehpanın üstündeki ıvır zıvır çanağının içinde bulduğu pembe penayı gösterdiğinde; “o penanın nereden geldiği hakkında en ufak bir fikrim yok” dedim. “En esaslı hikaye buymuş işte” dedi.  Güldük manidar manidar.
Evet gece 12 civarı olmalıydı. Odasını hazırladıktan sonra iyice yorulmuştuk. Hava henüz dışarıda oturulamayacak kadar serinlememişti. Yine de üzerine çantasından çıkarttığı şal gibi bir şey aldı omuzlarını örttü.
Fincanlarımıza uzandık.
Dedi ki,
Dün gece bir rüya gördüm...
.
..
...
Ve anlatmaya başladı...

22 Ağustos 2012 Çarşamba


“Bir çalışma masasına ihtiyacım” var dedi.
O esnada ben, “çok severim savaş filmlerini” diyerek özellikle açtırdığı soykırım temalı bol nazili bir filminin travmatik sahneleriyle cebelleşiyordum. 
“Bu da nerden çıktı şimdi?” diye düşünmedim, “ne yapacaksın çalışma masasını” gibi bir soru da geçmedi aklımdan veya “masayı nereye koyacaksın?” gibi… sadece tepkisizce başımı ona çevirdim. “Evet dinliyorum” der gibi ya da “tövbe tövbe” der gibi de bakmış olabilirim, bu iki ifadem sıklıkla karışıyor.
Filmin bir sahnesini bile seyretmediğinden adım gibi emindim;  bu kasvetli boktan filmin tamamını bana seyrettirmişti. Savaş filmlerine bayıldığı düpedüz yalandı.  O bu esnada evdeki sessiz soluksuz dinginlikten faydalanıp çölde seyreden bir otobüse binmiş; otobüsün en arka koltuğuna oturmuş; başını cama yaslamış; kafasındaki her ne ise, onu kurmaya dalmıştı.  Şimdi de o sahneyi yaşıyorduk işte:  yolculuğunu bir anda bitirmeye karar vermiş; acil fren mandalını çekmişti.  Hani filmlerde olur ya, kadının sevgilisi arabasıyla ya da atıyla otobüse yetişir. Kadın ayağa kalkar, ona buna çarparak ilerler ve kendini otobüsün dışında buluverir… İşte ben hep o frenle irkilen otobüs şoförüyüm.   

“ paşa dedemden kalmış gibi görünsün istiyorum. Eskicilere bakacağım yarın sen de gelir misin benimle?”
“olur.”
“sabah  9’da kaldırırım seni hadi iyi geceler yattım ben.”
“olur.”
Annesi ve babası gözlerinin önünde öldürülürken açık kapıdan ardına bakmadan koşan kısa pantolonlu bir oğlan, belki beş belki altı yaşında; küçük kız kardeşini ölüme terk ettiği için tüm yaşamını vicdan azabıyla geçiriyor. Üstüste atılmış çıplak bedenler, fırlamış kemikler, yapış yapış yağlı saçlı kadınlar, bol bol kurşuna dizilişler, gece toprak yolda ilerleyen jip, üniformalar,  travmalı çocuk suratları… Tüm duygularımı sömüren ve henüz son sahnesi bile gelmemiş olan bu filmle beni baş başa bırakıp mışıl mışıl uyumaya gitti sonra da.
Televizyonu kapattım. Balkonda bir sigara içtim. Onun da yarısında söndürdüm. Gece sigara içmekten artık hoşlanmıyorum.  Hatta kendimi rahatsız hissettiğimi bile söyleyebilirim. Uykunun kalitesini bozuyormuş; uykunun çok mühim olduğunu söyleyip duruyor. Uyku ritüelleri var.
Uyku ritüelleri hah!
Şimdi böyle söyleyince pek komik geldi.  
O gelmeden önce bu balkon demirlerini söktürmek istiyordum, bu balkona her çıkışımda bu balkon demirlerine hiç ihtiyacım yok diye düşünüyordum. Ne acı değil mi? Bunca yıldır burada oturuyorum. Bu beşinci katta. Bir kere bir gece eve sarhoş gelip; kendimi balkona atıp, balkon demirlerine tutunup aşağıya kusmadım. Bir defasında sevgilim olacak adamın biriyle şiddetli bir kavgaya tutuşmuş birbirimize bağırmaya başlamıştık. Balkon kapısının önüne kadar gelmiş, durup dururken kapıyı kapatmıştım.  Bağırış çağırışlarımız dışarıdan duyulmasın diye yapmış olabilirim. Bir süre daha bağırıp, lanet olsunlarla kapıyı vurup gitmişti. O gün dahi balkona çıkıp, demirlere tutunup arkasından bağırmadım.  Hayatım boyunca beni tutacak balkon demirlerine ihtiyacım olmadı, olmayacak. Şimdi ise söktüremem.  Bütün yazı balkona sandalye çekip, balkon demirlerine bacaklarını uzatarak geçirdi.
 Uyku ritüelleri…
Çalışma masası…
…………………………………… 


Dakik.
Saat 9’da kaldırdı beni.  Girdiğimiz 4.cü dükkanda son derece kötü durumda, eski püskü, bir bacağı haşat, iki küçük,  bir büyük çekmecesi olan, ve çekmecelerinin kulpları düşmüş, berbat kokan bir mektup masası buldu. 150 liraya bırakabileceğini söyledi adam. “Muhtemelen bunu alacağız ama biraz daha dolaşmak istiyorum” dedi. Dükkandan çıktık.  Orada bir şey demedim ama çıkınca, “çalışma masası demiştin, bu biraz küçük değil mi?” dedim. “Hayır tam istediğim gibi, mektup yazmak için, mektup yazacağım.” dedi. “Mektup mu?” dedim. “hıhı…” başını salladı bir sonraki dükkana girdi daha ötesini soramadım. Bir sürü dükkana girip çıktık, bir sürü masa gördük, hiç birine alıcı gözüyle bakmadı.  Biraz yorulmuştum belli etmesem de, “hadi gidip o masayı alalım” dedim. “Yoruldun mu?” dedi. “Hayır” dedim.  Neden hayır dedim, neden içimden geçeni söyleyemiyorum… en az 10 dükkana daha girdik. Bazı dükkanlara ikinci defa girdik, hayır masa için değil, o berbat masadan başkasını almayacağımız kesindi. İlgisini çeken başka şeyler için, yüzük, lamba, eski bir dergi saçma sapan…sonunda gidip masayı aldık.  Tasarımcısı içinde yaşıyor. Masanın yarısını yemek suretiyle oldukça muntazam minik delikler açmış olan tasarımcı tahta kurusu bedavaya geldi.
Vernik gerekiyormuş, iki gün uğraştı, yeni kulplar almış, İngiliz tarzı çiçekli… biraz mutfak dolaplarına yakışır cinsten gibi gelmişti ilk bakışta ama ne yalan söyleyeyim fena durmadı takılınca. Salona hava verdi, hatta salondaki ilk göze çarpan eşya haline geldi, şimdi onun yüzünden salonda sırıtan eşyalarım var. 
Mektup yazacakmış. 

28 Mayıs 2012 Pazartesi

bir anda sol elindeki çakmağı uzattı.
rica etmeme gerek kalmamıştı. -gereksiz resmiyetten hoşlanmaz hiç, şimdi biliyorum.-
havaalanında dumandan göz gözü görmez, gaz odası gibi bir sigara içilen mekanın en uç köşesindeki ayaklı kül tablasının başında ayakta duruyordu. yasakların yavaş yavaş hayata hakim olmaya başladığı günlerdi. Kapalı alanda kurtarılmış bölgelerimiz vardı henüz.
sigaramı yaktım, çakmağını geri verdim. gözlerini kıstı, kapatıp açtı. yanında durdum.
durdum ama başım dönüyordu.
çekimine kapılmıştım. tek istediğim gözümü hiç ayırmadan onu incelemekti, tepeden tırnağa. Nasıl olacaktı bu, benim gibi biri için mümkün değildi.
bunun yerine galiba gözlerimi kapattım biraz.
nasıl yürümüştüm buraya kadar? o kederli yüzünü bu yürümenin tam olarak neresinde algılamıştım?
aslında yüzü tam çakmağı uzattığı anda görünür olmuştu, arkasındaki güneş izin vermemişti daha önce. Ama bu, yüzünü gördüğüm ilk an olamazdı çünkü o anı biliyorum; yüzünü halihazırda tanıyordum, ben onu o an tanıyordum. öyleyse ben onunla bu yürümenin neresinde ilk kez karşılaşmıştım? işte bunu hala bilemiyorum.

peki ya O? kapıdan girdiğim anda direkt onun başında durduğu küllüğe yönelip sigara yakacağımı ve daha da ötesi çakmağımın olmadığını ne ara sezmişti?
bunlar bu kadar mühim şeyler değildi aslında. sigaramı küllüğe bastırıp söndürdüm ve orada bir boş koltuğa oturdum. Çantamı kontrol ettim, biletimi falan...anlamsızca hareketler işte. çünkü birşeyler yapmam gerekiyordu, sigaram bittiği halde sigara odasındaydım. gidemiyordum çünkü. O da orada duruyordu. Sigarası bitmiş yenisini mi yakmıştı, sigara içmeden öylece duruyor muydu?
bakamıyordum ki...
ama onun orada sigara içmeden küllüğün başında durmasını veya sigara üstüne sigara yakıyor olmasını hiç yadırgamıyordum. yadırgadığım tek şey, odadaki varlığımdı. öyle bir elektrik yayıyordum ki odadaki herkes de varlığımdan rahatsızdı sanki. Karşımdaki adam daldığı gazeteden bir anlığına gözünü kaldırıp, gazetenin üstünden bana bir bakış fırlatmıştı. yanımda oturan kadın da sağ bacağını indirip sol bacağını sağ bacağının üstüne atmıştı, bir de hafifçe "öhhö"liyerek yapmıştı bunu.  Bu böyle olmayacaktı. "ne yapsam? bir sigara daha mı yaksam" dedim. ama çakmağım yoktu, O da bunu biliyordu, aynı sahneyi tekrar yaşayacaktık,  dejavu gibi. ya da bu kez uzatmayacaktı çakmağı. O zaman rica etmek zorunda mı kalacaktım? ya bu kez çakmağını uzatmaya gönüllü olmazsa? aklıma lisede minibüste leman okurken gördüğüm karikatür geldi. erdener abi minibüste şöförün hemen arkasındaki koltukta oturuyor. arkasında oturan kadın para uzatıyor, "beyefendi şunu şöföre uzatır mısın?" diye. erdener abi o asık bıyıklı suratıyla "hayır" diyor.
yapar mıydı böyle birşeyi? Yapardı.
o zaman da biliyordum şimdi de biliyorum.

üff sıkıntılı bir durumdu, midem yanmaya başlamıştı. "ben en iyisi kalkıp köşedeki gazete standından bir çakmak alıp ikinci sigarayı yakmaya geleyim." dedim. Ben çakmak alırken odadan ayrılma ihtimali vardı. o an bunu göze alamayacağımı düşündüm.
Bir anda, kafamı çevirdim ve ona baktım. O anda, elindeki sigarayı söndürdü ve direkt bana yöneldi. "anons ediyorlar." dedi. anons ediyorlardı. kapıya gelmemizi istiyorlardı, benim uçaktı. bizim uçaktı yani. o an aynı uçakta olduğumuzu anlamıştım. ama o nasıl biliyordu aynı uçakta olduğumuzu. soramıyordum. sırt çantamı sırtıma taktığım gibi ardına düştüm. bir el bagajı veya bir sırt çantası yoktu. Bense hep kocaman bir sırt çantası taşırım uçağa binerken ya da otobüse...en az iki kitap, 1 kalem, parfüm, sakız nane şekeri falan gibi bir şeyler, belki bir hırka ya da şal, kulaklık, laptop, selpak, bir tek çakmak yok yani... Omzuna astığı keten torba modeli çantasından biletini ve kimliğini çıkarttı yürürken. ben de aynısını yaptım. belki de check in sırasında görmüştü beni; ben onu fark etmemiştim. Böyle olmalıydı. arkasında sıraya geçtim, artık onu inceleyebiliyordum.
"precise"
bu kelime onun devinimini, halini tavrını tanımlıyor evet.
biletler kontrol edildi. geçtik. uçaktaki koltuğuna kadar onu peşisıra takip ettim. Biletine bir kez bile bakmadı, adımları bir kez bile aksamadı, koltuğuna geldiği anda durdu. üstündeki dolabı açıp çantasını yerleştirdi ve yerine oturdu. tam ardında olduğum için ben de durup, onu beklemiştim. şimdi ise nereye gideceğimi bilmiyordum çünkü tüm bu esnada biletime bakıp koltuğumun kaç numara olduğunu anlamak aklıma gelmemişti. yani bir de tüm geldiğim yolu geri dönmek vardı eğer ön sıralarda oturuyor olsaydım. çok büyük panik ve sıkıntıyla biletime baktım. bir kez kendi etrafımda dönüp, tam koltuğumun önünde duruyor olduğumu kavradım. çapraz koltuklara düşmüştük. oturdum. koridor vermiş yer hostesi. buna öyle sevinmiştim ki...

bir iki dakika sonra bir adam geldi, orta yaşlı takım elbiseli biri. O kalktı. Hiç arkasını dönmeden yani beni görmeden - acaba hemen arka sırasında oturduğumu biliyor muydu?- adama yerine geçmesi için izin verdi. tek bir kelime dahi çıkmadı ağzından. muhtemelen kibarca gülümsemiştir. ve yeniden yerine oturdu. sonra benim cam kenarı ve orta koltuk yolcularım geldi. Hostes uçuş ve daha çok düşüş adabı üzerine ufak bir görsel şov yaptı. uçak kalktı. kaptan pilotumuz konuştu. yiyecek ve içecekler dağıtıldı, O nazikçe reddetti ama cam kenarındaki yolcunun kahvesini hostesten alıp adama iletti. bunun dışında da hiç bir yaşam belirtisi göstermedi. tüm uçuş boyunca dik oturdu ve göz hizasında önüne baktı. kaptan tekrar mikrofonu alıp"inişe geçiyoruz" uyarısını yaptığında kulaklığımı kulağımdan çıkarttım. yine bir anda arkasını döndü gözlerimin içine baktı ve bir sır verir gibi "şimdi geri dönemem, yapamayacağım." dedi.
   
yaani
nasıl anlatayım;
"pardon anlayamadım." bile diyemedim. Döndü tekrar önüne.
yanımdaki kadına baktım, hiç oralı değildi.
garipti.
bana söylemişti bundan eminim de, bu nasıl olmuştu? neden olmuştu?
indik.
ikaz ışıkları sönünce ayağa kalktı baş üstündeki dolabı açarken bana yan gözle baktı, çantasını aldı. bana uzattı "tutar mısın?" dedi ve koltuğunun önündeki cebe konulmuş skylife'ı aldı. sonra  çantasını elimden alıp dergiyi içine attı ve durdu. çantamı aldım yürümeye başladık. "yol boyunca düşündüm okuyamadım, oysa ben severim uçak dergilerini" dedi. "eve gidince okuyacağım."
" 'dönemem' demiştin konuşmak ister misin bir kahve içip" dedim.
"belki evde." dedi.
bu "ev" benim evim miydi?



 





25 Mayıs 2012 Cuma



bu kırmızı stillettolar da nereden çıktı şimdi dedim. Hınzırca güldü ve sanki topraktan bir tane papatya koparır gibi nazikçe, incecik; raftan eline aldı ayakkabıları. İki parmağını ayakkabının topuk kısmına geçirdi ve burunlarını bana doğru tutup, “bugün en sevdiğim bu ikisi” dedi.  “günümü onlarla geçirmeye karar verdim.”  
“Nereye  gideceksin?” dedim.
Hiçbir yere gitmesini istemiyordum.
Balkona iki sandalye atar,
öğlene kadar bacaklarımızı balkon demirine uzatır,
kuşlara ekmek kırıntısı atarız, burnumuza kadar yaklaşmalarını bekler;  hangimiz bir kuş öpecek yarışması yaparız diye geçiriyordum içimden.
Karnımız acıkınca mutfağa geçer,
 önlüklerimizi takar, yapabileceğimiz en zor yemeğin tarifini bulur, denemeye kalkarız.
Yemekte bir de şarap açar, hafif hafif demleniriz.
öğleden sonra belki bir iki saat uyuklar, akşam 5 çayına uyanırız;
güzel bir film izleriz; komik bir şeyler de olabilir, hüzünlü de olabilir, bilim kurgu veya gizemli bir gerilim filmi de olabilir…
Ya da bunların hiç birini yapmaz sadece ağlarız… diye bir anda modum değişmişken;
“Bir yere gitmeyeceğim” dedi.
-Evde topuk sesinden rahatsız olur musun?
“Hayır” dedim ama tamamen refleksif bir cevaptı soruyu tam idrak edememiştim. Zaten bunu hep yapıyor; sana öyle bir soru soruşu var ki, büyülenmiş gibi hep onun istediği yanıtı veriyorsun bunu sana yaptırıyor. Bir anda oluyor, sorunun ne anlama geldiğini düşünmeden cevap veriyorsun.
-İyi öyleyse.
Bavulunu açtı. Ona gösterdiğim dolaba henüz tam yerleşmemişti; birkaç parça kıyafeti hala bavulda duruyordu. Bavuldan hafif buruşmuş bir elbise çıkarttı.
-Ütü nerde? Dedi.
Bavula gözüm takılmıştı.
“hala yerleşmemişsin” dedim.
-yoo yerleştim. Bavulu işaret ederek buradakilerden ayrılmaya karar verdim. Onları birine vereceğim. Tanıdığın biri var mı, bunları giymek isteyecek…
Şaşırmıştım, bavuluyla birlikte kıyafetlerini birine vermek istiyordu. Bavulun içine baktım, genelde aynı tipte bir iki elbise, bir iki çanta ve aksesuar vardı. Kafasında bir şey vardı, kafasında hep bir şey var.
-bakarız buluruz birini dedim.
-ütü nerde.
Dedi ve odadan çıktı. Odada kaldım öylece, yıllardır boş duran odama can gelmişti, eşyalar aynıydı ama herşey farklıydı, burası hem benim evimden bir parçaydı hem de değildi. Bir koku vardı, hem bildik bir koku hem de tonu farklı geliyordu.
Peşinden gittim. Ütüyü bulmuştu ütü masasını açmaya çalışıyordu. Yardım ettim.
“Çay koydum ben sabah. Kararmadan kendine koy bir bardak.” dedi
“erken mi uyandın?  Sesini duymadım oysa uykum çok hafiftir, çıt’a uyanırım ben dedim.
“Benden ve elimden daha hafif değilmiş demek ki.” Dedi.

Bir iş yaparken dalıp gidiyor. Yo yo dalıp gitmiyor, bedeninden siliniyor, benliğinden siliniyor, yok oluyor. Sanki işi görünmez eller yapıyor. Onun bedeni ile benim bedenim arasında 2 metrelik bir sonsuzluk var. Bu mesafe asla aşılamaz.
Çay koydum kendime. Ütüsünün bitmesini bekledim sessizce balkonda oturup.
Bana bir şey demesini bekledim.
Bana bir program yapmasını bekledim, bugünü nasıl geçireceğime dair.
Onunla ya da onsuz, bana bugün hayatta kalmak için bir plan yapmasını bekledim.

kapının kapanışını duydum sonra. 
gitmişti.



Öylece kalakalmıştım. Şey gibi…
son vesaite 20 saniye geç kalmış yolcu gibi, kebapçıya götürülmüş bir vejetaryen gibi, yanlış filme girmiş gibi, yok yok yanlış uçağa binmiş gibi, asansörde kalmış gibi, anahtarını kaybetmiş gibi, otobanda lastiği patlamış gibi, piyangodan büyük ikramiye kazanmış gibi, topuğu kırılmış gibi, duştayken sıcak yerine soğuk su musluğunu açmış gibi,  reklam girdi diye zap yaparken filmin son sahnesini kaçırmış gibi, kasaya geldiğinde cüzdanını unuttuğunu fark etmiş gibi, ofsayttan gol yemiş gibi, ihanete uğramış gibi… yok artık!
Gidip çayımı tazelemeye karar verdim.  Bu bardağı doldurup çayın altını kapatacaktım ve perdeleri çekip salondaki koltuğa uzanıp televizyonun karşısında pineklemekten başka bir şey gelmiyordu aklıma ya da içimden…
O sırada kapı açıldı ve elinde bir iki torbayla içeri girdi.
Gülüyor ve hevesli hevesli birşeyler anlatıyordu, duymuyordum, torbalardan birini elinden kapıp doğru mutfağa dalmıştım. Heyecanımı ve sevincimi gizleyebilmek için elimden geleni yapmaya çalışıyor, bunu düşündükçe elim ayağım birbirine karışıyordu. Her sabah işe giden sahibinin ardından terk edildim diye depresyona giren ve akşam işten geldiğinde geri döndü diye tepesine atlayan köpekler gibiydi halim.
Birden durdu.
“Çayın altı kapanmış” dedi.
“Biraz önce çayımı alırken gayrı ihtiyari kapatmışım” dedim.
“Boşver kahvaltıda meyve yiyelim zaten bugün” dedi.
“olur” dedim.
Yıkadığı meyve tabağından bir elma uzattı, balkona yöneldi.  
Sonraki hareketi kırmızı ayakkabılarıyla bacaklarını balkon demirine uzatıp elmasını dişlemek oldu. 

19 Mayıs 2012 Cumartesi

bağımlılığım böyle başladı...

Gün içinde onunlayken bir an geliyor, bana hep onu ilk gördüğüm anı hatırlatıyor. Hayatımda hiç bu kadar üzgün bir yüz görmüş müydüm daha önce diye düşünürken kendimden geçtiğimi anımsıyorum.

Hayır film karelerinde bile böylesini görmemiştim,  görmemişsinizdir;  O… onun yüzüne biranda bir çöker!; aman ya rabbim!; sizi olduğunuz yere çiviler, hareket edemezsiniz, sesiniz soluğunuz kesilir, nefes almaya utanırsınız.

“pure sadness”

İlk acınızı hatırlamaya çalışırsınız.
Nafile.
İlk acılar ve tüm acılar kifayetsizdir artık.

Orada duruyordu pencerenin önünde, ters ışıkta…
Olmayan yüzü hafızama kazındı o an.
Artık unutmam mümkün değil.
Yaklaştım.
Yüzü var oldu o zaman.
Gülümsüyordu.
sıcak ve aydınlık.
Nafile.
Artık unutmam mümkün değil.

Disambiguation;



Bir biçimde bağımlılık temeldir-
tümüyle bağımlılar olmalı.
imaj uyuşturucudur-
bir hasta bacağını kaybettiğinde zarar gören nedir?
Belli ki kişinin kendine has imajı –

Yani bu kişinin eroin gibi sıvılaştırılmış bir imaj şırıngasına gereksinimi vardır. Halüsinojen droglar “gerçeğin” görüntülenme biçimini değiştirir ve böylece farklı bir gerçek görürüz. Doğru yahut asıl gerçek diye bir şey yoktur. Gerçek az ya da çok basit bir görüntülenme biçiminden ibarettir.
Temel nova mekanizması çok basittir: Daima mümkün olduğunca çok sayıda , çözülmez çatışma yarat ve varolan çatışmaları daima kızıştır. Aynı gezegene birbirine zıt varoluş koşulları bulunan yaşam biçimlerinin boşaltılmasıyla gerçekleştirilir bu.

Elbette bir yaşam biçimi için “yanlış” diye bir şey yoktur çünkü “yanlış”ta sadece başka yaşam biçimleriyle çatışmalara bir gönderme vardır. Asıl mesele bu yaşam biçimlerinin aynı gezegende bulunmaması gerektiğidir. 

Buradayım.
sessizim.
Ama bu nasıl sessizlik?
Önce bunun farkına varmalı.
Gerçekten ne düşündüğümü asla bilemezsin.
Asla emin olamazsın.

Beni senden farklı kılan asla benden emin olamayışındır unutma.
Ve farklılığındır emin olduğun.
Şimdi başlayalım.