“Bir çalışma masasına ihtiyacım” var dedi.
O esnada ben, “çok severim savaş filmlerini” diyerek
özellikle açtırdığı soykırım temalı bol nazili bir filminin travmatik sahneleriyle
cebelleşiyordum.
“Bu da nerden çıktı şimdi?” diye düşünmedim, “ne yapacaksın
çalışma masasını” gibi bir soru da geçmedi aklımdan veya “masayı nereye
koyacaksın?” gibi… sadece tepkisizce başımı ona çevirdim. “Evet dinliyorum” der
gibi ya da “tövbe tövbe” der gibi de bakmış olabilirim, bu iki ifadem sıklıkla
karışıyor.
Filmin bir sahnesini bile seyretmediğinden adım gibi
emindim; bu kasvetli boktan filmin
tamamını bana seyrettirmişti. Savaş filmlerine bayıldığı düpedüz yalandı. O bu esnada evdeki sessiz soluksuz
dinginlikten faydalanıp çölde seyreden bir otobüse binmiş; otobüsün en arka
koltuğuna oturmuş; başını cama yaslamış; kafasındaki her ne ise, onu kurmaya
dalmıştı. Şimdi de o sahneyi yaşıyorduk
işte: yolculuğunu bir anda bitirmeye
karar vermiş; acil fren mandalını çekmişti.
Hani filmlerde olur ya, kadının sevgilisi arabasıyla ya da atıyla
otobüse yetişir. Kadın ayağa kalkar, ona buna çarparak ilerler ve kendini
otobüsün dışında buluverir… İşte ben hep o frenle irkilen otobüs
şoförüyüm.
“ paşa dedemden kalmış gibi görünsün istiyorum. Eskicilere
bakacağım yarın sen de gelir misin benimle?”
“olur.”
“sabah 9’da
kaldırırım seni hadi iyi geceler yattım ben.”
“olur.”
Annesi ve babası gözlerinin önünde öldürülürken açık kapıdan
ardına bakmadan koşan kısa pantolonlu bir oğlan, belki beş belki altı yaşında;
küçük kız kardeşini ölüme terk ettiği için tüm yaşamını vicdan azabıyla
geçiriyor. Üstüste atılmış çıplak bedenler, fırlamış kemikler, yapış yapış
yağlı saçlı kadınlar, bol bol kurşuna dizilişler, gece toprak yolda ilerleyen
jip, üniformalar, travmalı çocuk
suratları… Tüm duygularımı sömüren ve henüz son sahnesi bile gelmemiş olan bu
filmle beni baş başa bırakıp mışıl mışıl uyumaya gitti sonra da.
Televizyonu kapattım. Balkonda bir sigara içtim. Onun da
yarısında söndürdüm. Gece sigara içmekten artık hoşlanmıyorum. Hatta kendimi rahatsız hissettiğimi bile
söyleyebilirim. Uykunun kalitesini bozuyormuş; uykunun çok mühim olduğunu
söyleyip duruyor. Uyku ritüelleri var.
Uyku ritüelleri hah!
Şimdi böyle söyleyince pek komik geldi.
O gelmeden önce bu balkon demirlerini söktürmek istiyordum,
bu balkona her çıkışımda bu balkon demirlerine hiç ihtiyacım yok diye
düşünüyordum. Ne acı değil mi? Bunca yıldır burada oturuyorum. Bu beşinci katta.
Bir kere bir gece eve sarhoş gelip; kendimi balkona atıp, balkon demirlerine
tutunup aşağıya kusmadım. Bir defasında sevgilim olacak adamın biriyle şiddetli
bir kavgaya tutuşmuş birbirimize bağırmaya başlamıştık. Balkon kapısının önüne
kadar gelmiş, durup dururken kapıyı kapatmıştım. Bağırış çağırışlarımız dışarıdan duyulmasın
diye yapmış olabilirim. Bir süre daha bağırıp, lanet olsunlarla kapıyı vurup
gitmişti. O gün dahi balkona çıkıp, demirlere tutunup arkasından bağırmadım. Hayatım boyunca beni tutacak balkon
demirlerine ihtiyacım olmadı, olmayacak. Şimdi ise söktüremem. Bütün yazı balkona sandalye çekip, balkon
demirlerine bacaklarını uzatarak geçirdi.
Uyku ritüelleri…
Çalışma masası…
……………………………………
Dakik.
Saat 9’da kaldırdı beni. Girdiğimiz 4.cü dükkanda son derece kötü
durumda, eski püskü, bir bacağı haşat, iki küçük, bir büyük çekmecesi olan, ve çekmecelerinin
kulpları düşmüş, berbat kokan bir mektup masası buldu. 150 liraya bırakabileceğini
söyledi adam. “Muhtemelen bunu alacağız ama biraz daha dolaşmak istiyorum” dedi.
Dükkandan çıktık. Orada bir şey demedim
ama çıkınca, “çalışma masası demiştin, bu biraz küçük değil mi?” dedim. “Hayır
tam istediğim gibi, mektup yazmak için, mektup yazacağım.” dedi. “Mektup mu?”
dedim. “hıhı…” başını salladı bir sonraki dükkana girdi daha ötesini soramadım.
Bir sürü dükkana girip çıktık, bir sürü masa gördük, hiç birine alıcı gözüyle
bakmadı. Biraz yorulmuştum belli etmesem
de, “hadi gidip o masayı alalım” dedim. “Yoruldun mu?” dedi. “Hayır”
dedim. Neden hayır dedim, neden içimden
geçeni söyleyemiyorum… en az 10 dükkana daha girdik. Bazı dükkanlara ikinci
defa girdik, hayır masa için değil, o berbat masadan başkasını almayacağımız kesindi.
İlgisini çeken başka şeyler için, yüzük, lamba, eski bir dergi saçma sapan…sonunda
gidip masayı aldık. Tasarımcısı içinde
yaşıyor. Masanın yarısını yemek suretiyle oldukça muntazam minik delikler açmış
olan tasarımcı tahta kurusu bedavaya geldi.
Vernik gerekiyormuş, iki gün uğraştı, yeni kulplar almış, İngiliz
tarzı çiçekli… biraz mutfak dolaplarına yakışır cinsten gibi gelmişti ilk
bakışta ama ne yalan söyleyeyim fena durmadı takılınca. Salona hava verdi,
hatta salondaki ilk göze çarpan eşya haline geldi, şimdi onun yüzünden salonda
sırıtan eşyalarım var.
Mektup yazacakmış.
masalar hep bir şeylerin başlangıcı galiba..
YanıtlaSil"Yeni sezon" için geç kalınmadı mı?..
YanıtlaSil