Günler kısalıyor ve artık buna eskisi kadar sevinmiyorum.
Bundan bir ay önce benim gibi biri için şehirde yapılacak çok şey olduğunu
söylemişti. Bir sabah holden gelen
seslere uyandım. Anahtar şıngırtısı, holdeki dolabın kapağının açılıp kapanması gibi bir takım çıtırtılar... Daha henüz çok erkendi
hava yeni aydınlanıyordu. saati bulmaya çalışırken yastığımın kenarında duran kitabı farkettim. Benim değildi. “alla- allahh!”
diyip, elime aldım. Holden gelen çıtırtılar devam ediyordu. Kitabın ortalarına
doğru bir sayfa katlanmıştı, ve bir de kalem vardı arasında. Açtım, bir kaç satır işaretlenmişti. “Her kişi peşinden gidilecek bir tekerlektir…”
diye başlıyordu cümle. Bu onun işiydi ama ne olduğunu da tam anlayamamıştım. Seslendim. Cevap gelmedi, yataktan kalktım bir
kez daha seslendim. Kapının kapandığını
duyunca pencereye doğru yürüdüm. Biraz sonra apartman kapısından dışarı çıktığını
gördüm. Karşı kaldırıma geçip beklemeye başladı. Pek acelesi varmış gibi
görünmüyordu. Ben de pencereden onu
izliyordum. Geçenlerde alışverişe çıktığımızda aldığı siyah kadife elbiseyi
giymiş, boynuna da siyah fularını dolamıştı. Saçlarını tepeden toplamış, topuz
yapmıştı. Kolundaki kırmızı çantası ve
kulağındaki halka küpeleriyle hepburn’le sedgwick arasında gidip gelen
ruh hali kendini ele veriyordu. Orada duruyordu. Garip bir durumdu elbette ama bu tip
durumlarda özellikle de uyku mahmurluğuyla bir şeyi algılamaya çalışıyorsanız
dünya yavaşlar sanki, zaman sizinle uğraşmaz, kalemi değilsinizdir çünkü. Hiç bir şey olmuyordu. O orada durmuş
bekliyordu, ben de pencerede saf saf onu izliyordum. Perdenin üzerindeki lekeye gözüm takıldı, biraz daha yakından bakarak ne lekesi olduğunu anlamaya çalıştım, anlayamadım kahve lekesine benziyordu ama kahve lekesinin orada ne işi vardı. Çantasından dergi mi, gazete eki mi nedir belli olmayan bir
şey çıkarıp okumaya dalmıştı. Birini mi bekliyordu anlayamamıştım. Banyoya
girip yüzümü yıkamayı akıl ettim. Bu arada
kitapta okuduğum cümleye aklım takıldı. Neydi? “kişi tekerlekti…” mi diyordu? derken; apar topar musluğu
kapattım ve pencereye koştum. Orada duruyordu hala. Camı açtım. “Hey!” Diye bağırdım.
Duymadı. O sırada bir araba geçiyordu. Geçtikten sonra bir kez daha bağırdım,
duymaması mümkün değildi ama duymuyordu işte. “Bekle beni iniyorum hemen!” diye
bir kez daha bağırdım ve odaya giyinmeye koştum. Alelacele üşütme birşeyler geçirdim
ve evden çıktım. Merdivenleri inip apartman kapısını açtığımda artık karşı
kaldırımda durmadığını fark ettim. Köşeye kadar koştum. Biraz daha
yürüyünce çarşıya inen yola dönen köşede gördüm onu. Koştum ama yetişemiyordum. Bir
iki kere seslendim ama artık sokakta tek tük insanlar vardı ve o kadar da
bağıramıyordum. Bir yerden sonra seslenmekten vaz geçtim, takip etmeye
başladım. Dükkan açan çırağın biri tuhaf tuhaf bana bakınca giyinirken ne kadar acele ettiğim aklıma geldi ve giyim kuşamımla ilgili hafif bir güvensizlik yaşadım. Bu biraz hızımı kesti. Sonra üstümde tuhaf bişey olmadığına kanaat getirip yeniden hızlandım, olsa olsa fazla sıradandı üstüm başım. Barboros Meydanından içeriye saptı onu, Kadıköy iskelesine doğru takip
ettim. Vapur son yolcularını alıyordu. Yetiştim, ama onu kaybetmiştim. Vapura biner binmez merdivenlere yöneldim, tam
yarısında arkamdan “hişt!” diye bir ses geldi. Döndüm, orada duruyordu, zincirlerin yanında... “yukarda
yer kalmamıştır hem soğuktur şimdi, hasta oluruz gel burada duralım” dedi. “off naapıyosun ya sana yetişeceğm diye helak
oldum yollarda, hayrola nereye gidiyoruz?” dedim. “Ben haydarpaşaya gara gidiyorum sen nereye
gidiyorsun?” dedi. “dalga mı geçiyorsun?” dedim. “yoo!” dedi ama kıkırdıyordu
bir yandan da. Sol bölmede oturacak yer bulduk. cam kenarları doluydu. ortalarda bir yere iliştik. Çay söyledik. Hiç de adetim
değildir çay içmek vapurda, vapura da öyle çok sık binmiyorum hem. Karşı tarafla
pek işim olmaz, en son geçen yaz bi’ arkadaşlar gelmişti hollanda’dan onlarla
geçmiştim kadıköy’e. illa rıhtımın arka tarafındaki pasajları sahafları filan
gezicez demişlerdi. Onlar da çay
söylemişlerdi de ben içmemiştim hatırlıyorum. Neyse bu kez içtim işte, epey de
koyu bir çaydı. Karşımızdaki kız da çay
içti, tam 4 tane de şeker attı küçücük bardağa. Bir anlam veremedim.
Yazmalıyım değil mi
sevgili okuyucular, yazmalıyım evet.
Cümlenin gerisi de şöyleydi bu arada:
“…peşinden gidilecek bir tekerlektir.; çocukken tekerleğe
yön verdiğim sopa gibi, davranışlarım, konuştuğum dil, ve varlığımla, içlerinden
birini, gitmesini istediğim yana yöneltebilirim."